Kıça bu kadar düşkün bir millet elbette kokacaktır.



Kıça bu kadar düşkün bir millet elbette kokacaktır.

Kıça bu kadar düşkün bir millet elbette kokacaktır.Gerçekleri yazacağım.

Bununu için de kimseden özür dilemeyeceğim. Çünkü özür gerektiren bir yazıyı kaleme aldığıma kesinlikle inanmıyorum. 

Sadece okuyucularıma olan saygım nedeniyle, toplum olarak her an her yerde çok sık bir şekilde dile getirdiğimiz bu organımızı bilinen ve kullanılan ismiyle değil “Kıç” olarak sıfatlandıracağım.
Anatomide “Kıç” nedir?

Gövdenin arka bölümünde, bacakların birleştiği yer ile bel arasında liflerle leğen kemiklerine bağlı kas ve yağlardan oluşan iki yana doğru çıkıntılı kaba et bölgesine kıç (kalça) deniliyor.

Tanımı bu kadar. Anatomiye göre basit gibi gözükse de toplumumuz için önemi çok ama çok büyük. Organizma içindeki işlevlerini anlatmaya gerek yok. Bunu biliyoruz zaten. Sosyal olarak neden çok önemli sayıldığını anlamaya çalışalım.
Dilimizde kıçımızı anlatan 2615 tane deyim var. Yanlış okumadınız. Tam olarak 2 Bin 6 Yüz 15 tane…

Mesela
■ Cesareti, mertliği yiğitliği kıçla anlatırız. (Cesur davranmış biri için)
-Bak oğlum. O adamın yaptığını herkesin kıçı yemez.

■ Korkaklığı anlatırız. ( Biraz da aşağılamak için)
– Ne oldu aslanım. Kıçın yusuf yusuf mu dedi.

■ Öğüt veririz. (Borç isteyen biri için)
– Sende borç isteyecek göz var ama ödeyecek kıç yok.

■ Sarkıntılık yaparız. (Genelde maganda görünmek için)
– Vay yavrum. Pantolonu gösteren ütüdür. Kadını gösteren kıçıdır.

■ Uyarıda bulunuruz. (Birazda gözdağı)
– Bana bak galiba kıçın kalktı senin

■ Aklımızca espri yapmaya çalışırız. (Tokalaştığımız zamanlarda)
– Elin buz gibi. Kıçın karpuz gibi.

■ Felsefi cümleler kurarız. (Bilge görünmek için)
– Kıç ıslanmadan balık tutulmaz.
Bunlar sadece birkaç örnek. Daha fazla yazmak istemiyorum.

Gerçekten mide bulandırıcı.
Peki ama toplum olarak bizim kıça olan bu düşkünlüğümüzün sebebi nedir ?
Bu davranış şekli malesef zorla kabul ettirilmiş bir kültüre ait olan dışa vurumsuz bir çeşit eşcinsellik durumudur. Bilinen tarih boyunca Anadolu da yaşamış hiçbir medeniyete ait değildir.
Sorunun temeli 24 Ağustos 1516 yılında Yavuz Sultan Selimin mercidabıkta Memluklarla yaptığı savaşı kazanmasıyla başlar.

Sultan İstanbul’a sadece kutsal emanetlerle dönmez. Arap yarımadasında yaşayan sözde alim ve ulemaları da beraberinde getirir.

Aileleri ile birlikte toplam 2 Bin 150 kişi olan bu grup payitaht ‘da hak ettiklerinden çok daha fazla izzet, ikrâm ve iltifat görürler.

Hatırı sayılır maaşlarla çok önemli görevlere atanırlar.

Bu grubun 1.Süleyman(Kanuni) döneminde güçleri ile birlikte nüfusları da bir hayli artmıştır.
Din ile kazandıkları güç ile Arapların çöl ahlakı ile şekillenmiş kültürleri azar azar ama bilinçli bir şekilde Türk örf adet gelenek ve görenekleri içine enjekte edilmiştir.

Sarayda özel günlerde icra edilen Türk sanat Müziği fasılaları yerini bedevi çadırlarında rakkase ve erkek dansörlerin yaptığı göbek ve kalça gösterilerine bırakmıştır.

Gerçek şudur ki Osmanlının Ahlaki ve kültürel çöküşü imparatorluğun parçalanmasındaki en büyük etkendir. Malesef bu çöküşte Yavuz Sultan Selimin sözde alim ve ulema oldukları söylenen Arapları Anadolu topraklarına getirmesi ile başlamıştır.

Erkeklerle cinsel ilişkiyi lanetleyen tüm dinlerin kutsal kitaplarında hangi kavmi örnek olarak gösterdikleri ve bu kavmin hangi coğrafya da yaşamış olduğunu incelersek ifade ettiğimiz iddiaların doğruluğu ortaya çıkacaktır. Bugün Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e duyulan kin ve nefretin altında yatan geçmişe duyulan özlemdir. Köprülere, yollara, geçitlere Padişah isimlerini veren zihniyet bunların torunlarıdır.

Dini Vakıf ve yurtlarda çocukların ırzına geçilirken sessiz kalmalarının Allah’ı dillerinden, kuranı ellerinden düşürmemelerinin nedeni de budur.  

http://www.turkishnews.com/

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* Please Don't Spam Here. All the Comments are Reviewed by Admin.

buttons=(Accept !) days=(20)

Our website uses cookies to enhance your experience. Learn More
Accept !